Okumak, ya da Okumamak…

tutunamayanlar koala
Sonradan Sovyet Tacikistanı’nın milli kahramanı olacak olan Türkistan ceditçilerinden Sadreddin Ayni, hatıralarında bir keresinde ağabeyinin bir Türkmen zengini tarafından hoca olarak tutulmak istendiğinden bahseder. Ağabeyi tereddüt eder, çünkü hiç Türkçe bilmiyordur. Bunun karşısında, Türkmen arkadaşı “bunun önemi yok” diye cevap verir. Türkmen baylarının çocuklarına okumayı ve yazmayı öğretmeleri için değil, insanların “şu şu bay Buhara’dan bir hoca getirtti”demeleri için hoca tuttuklarını söyler. Böyle bir yaklaşımı “geri kalmış”, “doğulu” bir toplumun yüzeysel eğitim anlayışı olarak değerlendirmek meselenin özünü kavrayamamak olacaktır, çünkü benzer örnekler her zaman ve mekanda karşımıza çıkabilmektedir. Nitekim Fransa’da bir okuma çılgınlığının ortaya çıktığı söylenen bir dönemde yazan Rousseau, Fransızlar’ın çok okuyor gibi görünmelerine rağmen aslında yalnızca yeni kitaplar okuduklarından, daha da doğrusu bunları okuduklarını söyleyebilmek amacıyla sayfalarını karıştırdıklarından şikayet etmiştir. Aynı dönem hakkında yazan ve okuma tarihinin belki de en büyük ismi olan tarihçi Roger Chartier de 18. asırda Fransa’da kırsal alanlara kadar yayılan popüler kitapların esas olarak okunmak için alınmadıklarını iddia eder. Bir örnek olarak sayıların bilgisine vakıf olan bir aritmetik kitabının sahibi olmanın, kitabın içindeki aritmetik bilgisini gerçekten öğrenmekten veya kullanmaktan  çok daha değerli görüldüğünü ifade eder. 

Dikkatimizi celbetmesi gereken husus “okumak” veya “yazmak” kavramlarının zaman ve mekandan bağımsız objektif bir tanımının ve değerinin olmadığı mevzusudur. Okumak ve yazmak birer pratiktir, ve tıpkı bütün diğer pratikler gibi sosyal ve kültürel alanda inşa edilirler. Okumanın tarihi, özellikle Avrupa tarihyazımında çok önemli bir yer tutuyor. Avrupa tarihinin dışındaysa İslam ve Çin tarihyazımlarında da son zamanlarda önem kazanmaya başladıklarını bilsem de, ülkemizde “okumak” veya “yazmak” kavramlarının nadiren sorunsallaştırıldığını söylemek sanırım yanlış olmayacaktır. En sağdan en sola, en yaşlıdan en gence herkes “okuma”yı öneriyor, ama nerdeyse istisnasız bir şekilde okurluktan bahsederken dikkate alınan tek şey niteliksel olarak basılan, satılan ve okunduğu iddia edilen kitap ya da süreli yayın sayısı. Dönüp dolaşıp çok az kitap okuduğumuz tekrarlansa da, fikrim odur ki okumak konusunda memleketimizin esas meselesi okunan yayın sayısından ziyade neyin, nasıl ve ne amaçla okunduğu mevzusu. Eminim ki özellikle edebiyatçılar ve eleştirmenler bu mevzuları çok daha nitelikli tartışıyorlardır, bense burda okuma ve yazma tarihinden bazı örneklerle kendi fikirlerimi ifade etmeye çalışacağım.

Okuma tarihi dediğimiz zaman her ne kadar ilişkili olsa da esas olarak ne okur yazarlık oranlarının tarihinden, ne de matbaanın ve yayıncılığın tarihinden bahsediyoruz. Daha ziyade bir metni yazan, metin, ve o metni okuyan arasında kurulan ve de daha geniş toplumsal ve kültürel normlar tarafından şekillendirilen ilişkileri hesaba katıyoruz. Hatta metnin yazıldığı kağıdın materyalinden, kitapların şekli özelliklerine, yayıncıların politikalarından, satış ve sansüre kadar birçok şey bu alanın konusuna giriyor. Okumanın ve yazmanın tarihlerinin birbirleriyle örtüşmediğini de not etmek gerekiyor. Okuryazarlığın yaygınlaştığı geç döneme kadar okumak ve yazmak istisnasız her toplumda birbirinden farklı yeteneklerdi ve her zaman yazabilen insandan çok daha fazla okuyabilen bulunurdu. Nitekim Michel de Certeau yazma’yı hakim unsurların bir güç aracı olarak tanımlarken, okuma’yı yazarın metninin içselleştirilmesi olarak gören anlayışa karşıt olarak aktif bir pratik (ve aslında çoğunlukla zayıfların manipülasyonu ve yeniden üretimi) olarak tanımlıyor. Metnin yazarından bağımsızlığı elbette postmodern düşüncede ve özellikle de edebiyat eleştirisinde çok temel bir yer teşkil ediyor. Ancak De Certeau’nun yaklaşımı metnin bağımsızlığından ziyade yazma ve okumanın güçlüler ve zayıflar açısından ne ifade ettiğiyle ilgili.

Okuryazarlığın yaygınlaştığı dönem öncesinde (ki Batı Avrupa için esas dönüm noktası 18. asrın sonu olarak görülür) bir metnin ulaştığı kişi sayısı okuma bilenlerin sayısı ile de sınırlı değildi. Bu yüzden yalnızca okuma veya yazma bilenlerin oranını ölçecek bir çalışma okuma tarihi açısından çok yetersiz kalacaktır. Metinler genellikle belirli ritüelllerle okuma bilmeyen insanları da içeren gruplar içinde okunur, bu sayede okuma bilenden çok daha fazla kişi bir metnin içeriğiyle temas etmiş olurdu. Okumanın ve yazmanın her toplumda, metinde yazılanı öğrenmekten çok ötede çeşitli fonksiyonları ve ritüelleri vardı. Avrupa tarihyazımında bu kabaca “modern öncesi” dediğimiz pratiklerin değişimi 18. ve 19. asırlarda oldu (her ne kadar Reform hareketleriyle başladığı söylenebilirse de). 18. asrın sonlarında bir “okuma devrimi” yaşandığı hemen her tarihçi tarafından öyle veya böyle kabul ediliyor. Mesela somut bir örnek olarak sessizce, içinden, gözlerle takip ederek okuma daha önceki dönemlerde bilinmiyordu ve ancak bu devrimin sonucu olarak ortaya çıktı. Çok kısa bir şekile ifade edersek 18. asrın okuma devrimi yoğunlaşmış okumanın yerini yaygın okumaya bıraktı (benim kullandığım İngilizce kaynaklarda “intensive” ve “extensive” ifadeleri kullanılıyor, Türkçe’ye daha uygun tercümesi mümkün olabilir). İnsanların az sayıda (ve çok daha pahalı) kitaba sahip oldukları dönemde metinler ibadet, eğitim ve terbiye amacıyla tekrar tekrar okunuyordu. Dini metinler bunun en bariz örneği olsa da, hukuk metinleri ve çoğu edebi metin de bu şekildeydi. Tekrar tekrar okunmaları yalnızca kitap azlığından değil okuma eyleminin özellikle dini metinler için ritüel  öneminden de kaynaklanıyordu. Bir metin üzerine tefekkür etmek, derinlikli düşünmek ve bu metinlerde geçen ifadeleri uygun bağlamlarda kullanabilmek önem arz ediyordu. Kitapların çoğalması ve ucuzlaması, okur-yazarlığın da yaygınlaşmasıyla yeni bir tür okuyucu ortaya çıktı. Belirli konularda bilgi edinmeyi amaçlayan, pratik tavsiyeler veya eğlence arayan bir okuyucu. Yani artık bir metin hızlı bir şekilde bir kez okunuyor ve bir tarafa bırakılıyor, üzerinde yoğun bir tefekkürde bulunulmuyoru. Tabi ki bu, metnin kutsaliyetini de doğrudan sarsan, sekülerleşme ile el ele giden bir süreçti.

Doğrusal bir şekilde tasvir edilen bir süreç her ne kadar üç aşağı beş yukarı genel kabul görse de, aynı zamanda ilerlemeci tarih anlayışının kendi algısını da yansıtır. Kutsal metinlerin önemini yitirmesi, seküler bir okurluğun ve pratiğe yönelik rasyonel bir yaklaşımın ortaya çıkması ilerlemeci tarih anlayışının çizdiği resme uygun düşüyor. Ama aynı zamanda bu süreç derin tefekkürün ve insan zihninin bir olguya yoğunlaştırılmasının da kaybedildiği bir süreçti (Erich Fromm’un Sevme Sanatı’nda bahsettiği insanın konsantre olabilme yeteneğini kaybetmesi sonucu sevme imkanının ortadan kalktığı ya da azaldığı tezini bu noktayla bağlı ele alabileceğimizi düşünüyorum). Bunun da ötesinde insanların okudukları kitaplar, çoğu zaman ilerlemeci düşüncenin öz portresine çok da uygun düşmeyen bir görüntü ortaya çıkarıyordu. Bu okuma devriminden sonra bile dini kitaplar hala ilk sırayı alıyordu (okuma’nın niteliğinin değişmesi kutsaliyetin karşısında dünyeviliğin yükselişte olduğunu gösterir yine de), ikinci sırada ise “ucuz romanlar” ya da sokak edebiyatı olarak ifade edebileceğimiz kitaplar ile pornografik yayınlar yer alıyordu. Mesela 18. asrın en önemli siyasi metinlerinden biri olarak kabul edilen Toplumsal Sözleşme’nin Fransız Devrimi öncesinde neredeyse hiç okunmayan bir eser olduğunu Robert Darnton’ın yasaklı kitaplar üzerine olan çalışmasından biliyoruz (ancak Roussueau’nun düşüncelerinin basitleştirilmiş ve vulgarize edilmiş hallerinin bu sokak edebiyatında yerini aldığını da not etmek gerek). Bu da bizi okumanın ne derece metni içselleştirmek olarak görülebileceği sorusuna getiriyor. Aydınlanma filozoflarının eserlerinin, Fransız Devrimi’nin en önemli sebebi olduğu bugün bile yaygın olarak kabul görüyor. Ancak Roger Chartier, kitapların devrimlere yol verip vermediğini sorguladığı bir makalesinde Fransız devriminin kanonunun devrimden sonra oluşturulduğunu, yani kitapların devrim yapmadığını, devrimlerin “devrimci kitaplar kanonu” oluşturduğunu gösteriyor.

Roger Chartier, bu son derece düz bir çizgide ilerler gibi görülen okuma devriminin başka bir boyutuna da dikkat çekiyor. Bibliotheque bleue olarak bilinen ve 18. asırda kırsal alanlardaki sıradan insanlara kadar ulaşan kitapları incelediği çalışmasında Chartier ilginç bir sonuca varıyor. Bu edebiyat türü köylüler arasında batıl kültürün bir parçası haline geliyor. Yani bu eserler tekrar tekrar okunuyor, ezberleniyor, naklediliyor, kısaca yoğunlaşmış bir şekilde okunuyor. Dini metinlerin yerini şimdi bu ucuz romanlar alıyor. Chartier’in bu çalışmasının sekülerleşmiş dünyamızın seküler metinleriyle kurduğumuz ilişkinin hiç de öyle her zaman farz edildiği gibi rasyonel bir şekilde ilerlemediğini göstermesi açısından çok önemli olduğunu düşünüyorum.

Elbette bu yaklaşım 18. asır Fransız köylülerine has değil, 21. asrın dünyasında, dini metinlerle kurulan kutsal ilişkiyi “geri kalmış” ve “bağnaz” olarak nitelerken, dini olmayan metinlerle kurduğumuz ilişkinin ne kadar rasyonel sınırlar içinde olduğu, ne kadar batıl bir bağnazlıkla kurulduğu üzerinde düşünülmeye değer bir konu. Hele hele içinde bulunduğumuz internet çağında. Eğer ki tarih 18. asrın sonunda birinci okuma devrimine şahit olmuşsa (elbette ki Batı Avrupa tarihi için konuşuyorum), içinde bulunduğumuz internet çağında da ikinci okuma devrimini tecrübe ediyoruz. Metnin materyalinden, yayınlanma biçimine her şeyin değiştiği bir çağdayız. En temel olarak bir metinle kurduğumuz bağ radikal bir şekilde dönüşüyor ve hatta dönüştü bile. Okumak, bugün yirmi yıl önce ifade ettiğinden çok daha farklı bir mana taşıyor. Hele hele twitterın 140 karakterli dünyasında okumanın ve yazmanın ne olduğunu tekrardan tarif etmemiz gerekiyor.

Nerdeyse herkes internetin getirdiği bu dönüşüm hakkında iyi kötü kafa yormuştur. “İletişim devrimi” birçok akademik disiplinin de konusu haline gelmiş durumda. Ancak “iletişim devrimi” kavramı beni hiç tatmin eden bir tanımlama değil. Hepimiz bu mevzular hakkında düşünüyoruz, ama kimse tam olarak yaşamakta olduğumuz dönüşümü tanımlayamıyor. Okumanın tarihine amatör bir ilgim olduğu için bu konuya bir süredir kafa yormaya çalışıyorum. Zihnimi bir nebze de olsa berraklaştıran kavramsa biraz sürpriz yerden geldi. Rus tarihi/toplumu/kültürü hakkında okuduğum en iyi kitaplardan biri olan ve internet çağı daha tam başlamamışken yazılan Svetlana Boym’un, Common Places: Mythologies of Everyday Life in Russia kitabının dört bölümünden biri grafomanyaya ayrılmış (güzel bir haber, Boym’un diğer bazı kitapları Türkçe’ye tercüme edilmiş). Türkçe’ye yazma hastalığı diye çevrilmiş, ama yazma manyaklığı dersek hoş durmasa da bence kavramın gücünü daha iyi yansıtır. Aslında bu kavramı ilk geliştiren Milan Kundera imiş ve Boym da Kundera’nın tanımı üzerine kuruyor tartışmasını. Gülüşün ve Unutuşun Kitabı’nı yıllar önce okumuştum, ama ne yazık ki o zaman bu kavram dikkatimden kaçmış, ya da beni bugünkü gibi çarpmamış. Boym’u okuduktan sonra Kundera’ya tekrar baktım, dördüncü hikayede geçiyor kavram. Ana karakter ülkesinden kaçıp Fransa’ya yerleşmiş bir Çek kadın. Onun Çekoslovakya’da kalmış kişisel mektupları, günlükleri, notlarını tatile gidecek bir arkadaşı vasıtasıyla getirtmeye çalışması üzerine kurulu hikaye. Ancak bir nokta önemli, kadın bu notlara başka birinin gözünün değmiş olma ihtimaline bile katlanamıyor, çünkü bunlar onun yalnızca kocası ve kendisi için yazdığı hayatının anımsamakta zorlandığı parçalarından oluşan bir nevi mahremiyet alanı. Hikayede diğer tarafta ise hayatında doğru düzgün hiç kitap okumamış ama bir kitap yazma arzusuyla tanımadığı başarısız bir yazarla görüşmeye çalışan başka bir kadın, tecrübelerinin insanlara yol göstereceğini düşündüğü için gecelerini hayatını bir kitaba dökmeye harcayan bir taksi şöförü, ve de yerel bir Fransız gazetesinde bastığı makalesi yüzünden Çek hükümetinin kendini ülkeye sokmayacağını iddia eden başka bir karakter var. Kundera kavramı bu tezatlık üzerinden kuruyor. Çek kadın yazdıklarını kendisi ve kocası için yazmış, bu yüzden sadece başka kimsenin okumasını önemsememekle kalmıyor, başka kimenin okumaması için büyük bir çaba harcıyor. Yazma hastalığı ise (grafomanya)  kendisi ya da ailesi için yazmak değil, bilinmeyen anonim bir okuyucu kitlesine sahip olmak için yazmak (Tıpkı benim bu blogta yaptığım gibi). Bu anlamda Kundera’ya göre Goethe ve taksi şöförü aynı tutkuyu paylaşıyor, Goethe’yi farklı yapansa tutkunun ürünü, kendisi değil.

Yazma hastalığı bir biçim, bir ürün ortaya koyma arzusu değil, kendi özbenliğini başkalarına empoze etme arzusu. Güç istemi (will to power)nin en garip şekli. Yazma hastalığı kişisel bir hastalıktan öte bir şey, toplumsal bir tehdit. Bir yazar gibi davranma isteği. Grafomanyak doyumsuz bir yazma arzusuna sahip, ama aslında kendi zihni ve ahlaki keyifsizliğinden başka yazacak hiçbir şeyi yok.

Kundera’ya göre matbaanın icadı karşılıklı anlaşma ve iletişimi sağladı. Ancak grafomanya çağında kitaplar zıt bir etkiye sahip. Herkes kendini kendi yazdıklarıyla çevrelemiş ve diğer bütün seslere kulaklarını tıkamış durumda. Bu tarz yazma isteğinin amacı başkalarıyla iletişim kurmak değil, aksine herhangi bir insan iletişimine mani olmak. Devamlı bir şekilde kendinin reklamını yapmak.

Şu an başta twitter olmak üzere internet çağının önümüze getirdiği dünyayı bundan iyi tarif edebilecek bir kavram ben henüz görmedim. Kundera elbette kitap yazma hastalığından bahsediyor temel olarak, ancak teknolojinin gelişimiyle kitap yerini sanal dünyada herhangi bir ortamda yazmanın almaması için bir neden yok. Bunun kavramın Kundera’nın anladığı tanımına ters olduğunu düşünmüyorum. Aksine özellikle twitter sayesinde bu manyaklığın zirvelerine çıkmış durumdayız. Yani içinde bulunduğumuz çağ bir iletişim çağı falan değil. Aksine sanal dünya neticesinde iletişimin bitmesine tanıklık ediyoruz (belki Habermas’ı iyi bilenler farklı bir yorum getirirler). Herkes bir şeyler okuduğunu iddia ediyor, kime bakarsanız bakın kitap okumayı öğütlüyor. Ancak okunan şeyler bugün artık ancak iletişimi daha da imkansız hale getiriyor. Sanal dünyada özellikle twitterda şahit olmakta olduğumuz olguları tek tek burda sıralamanın manası yok, yalnızca her birinin fikrimce Kundera’nın bahsettiklerinin en aşırı uca çekilmiş hali olduğunu söylemekle yetineceğim. Okumanın mahiyetinin başlı başına değiştiği bu ortamda, okumak artık kesinlikle tek başına bir değer değil. Halil İnalcık’ın yazdıklarıyla yeni yetme bir ergenin yazdıklarını aynı düzleme sokabilen ve bu sayede bir şekilde bunların “değer”ini eşitleyen bir okuma ve yazma biçimiyle karşı karşıyayız. Basılan kitaplara gelirsek durumun bundan çok daha parlak olmadığını söylemek mümkün. Svetlana Boym, grafomanyanın sağlıklı bir milli edebiyat kanonunu korumak için gerekli olan ayrımcı bir kavram olduğunu söylüyor. Aslına bakarsanız edebiyatın kendi kendini koruma yeteneği diğer yayınlara baktığımızda belki biraz daha fazla. Tarih, siyaset gibi mevzularda (genel olarak araştırma-inceleme-akademik yayınlar diyelim) gerçekten değerli yayınların grafomanyaklara karşı gardı tamamen düşmüş vaziyette. En ciddi akademik dergilerde basılan bir makaleyle, en kıytırık yerde basılan bir “makale”nin insanların gözünde nerdeyse hiçbir farkı kalmamış durumda. Yazılabilen ve basılabilen kitapların boş beleşliği inanılmaz seviyelerde. Yalan dolanla, komplo teorileriyle yazılmış bir dolu kitabı saymıyorum bile. Toplu iğne ucu kadar bir değeri olmayan “araştırma” kitapları en önemli kitapçılarda satılabiliyor. Basılan kitapların kalitesini, değerini denetleyen hiçbir birim yok. Bunlar elbette eskiden de vardı, ve elbette diğer ülkelerde de var. Her ne kadar şu an biraz farazi konuşuyorsam da yine de internet çağından önce hadsiz kitap yazarlarıyla gerçek araştırmacılar arasında yine de belli bir sınır olduğunu düşünüyorum. Bazı Batı ülkelerinde ise belli yayın evlerinin kalitesi hemen herkesçe kabul ediliyor, ve her ne kadar grafomanyak eserler her yerde yazılsa da akademi ve entellektüeller, Boym’un ifadesine başvurursak, belirli bir seviyedeki bir kanonu bunlardan koruyabiliyorlar. Bizde ise o kadar komik ve o kadar rezil kitaplar bir karşılık buluyor ki, bu mevzuda freni boşalmış bir kamyondan farkımız yok. Belli bir akademik değeri, bir araştırma değeri olan yayınlar hamasetten ve komploculuktan başka silahı olmayan bu grafomanyak yayınlara karşı nasıl korunabilir, bunu bilmiyorum. Ancak bu konuda ciddi olarak düşünmeye başlamamız gerektiğinden şüphem yok.

Kundera, yazma hastalığınıın şu 3 şartı sağlayan toplumlarda ortaya çıktığını söylüyor: 1- insanların kendilerini faydasız işlere verebilmelerini sağlayacak yüksek bir refah düzeyi, 2- toplumsal atomizasyon ve buna bağlı olarak bireylerin izolasyonu, 3- ülkenin yaşantısında dramatik toplumsal değişimlerin yokluğu. Bu açıdan bakınca diyor Kundera, pratik olarak hiçbir şeyin yaşanmadığı Fransa’da yazar sayısı İsrail’dekinin 21 katı. Yani bu 21 kat “yazar”ın tek yazdığı kendi uğraşları, sıkıntıları vs. Kundera’nın bu üç şartına baktığımızda aslında Türkiye’ye uymayan bir durum görüyoruz. Öncelikle refah seviyesi çok yüksek değil, ancak refah seviyesi yerine tüketim toplumunun son yirmi yıldaki hızlı girişini baz almak da mümkün olabilir ve bu açıdan bir nebze de olsa Türkiye bu şarta uyabilir. Ama daha da uyumsuz olan şart üçüncüsü. Herhalde buna Türkiye’nin hiçbir şekilde uyması mümkün değil. Ancak Kundera’nın internet çağından önce yazmış olması bunda etkili olabilir diye düşünüyorum. Bu dönemde yazmak 140 karaktere kadar düşürülmüş durumda, ve bu halde bu üçüncü madde geçerliliğini en azından göreli olarak yitiriyor diye iddia edilebilir. Ülkede dramatik toplumsal değişimler olsa da, aslında herkes yine kendisini yazıyor (Mısır’daki darbeden, Çin’in Doğu Türkistan’daki siyasetine güya dünyadaki olayları tartıştığımız her seferinde aslında kendimizi tartışmadığımızı kim söyleyebilir?), herkesin derdi kendi benliğini başkalarına empoze etmek, herkes etrafını kendisi veya ait hissettiği grubunun yazdıklarıyla (kitaptan twite kadar) örtmüş, dışardan hiç ses geçirmeme derdinde. Kundera’nın yaklaşımında siyasi kutuplaşma bir faktör olarak karşımıza çıkmıyor, muhtemelen zamanın Çekoslovakya’sının sosyalist rejimi ve de daha az olarak da Batı Avrupa ülkelerinin göreli demokratikliği ve basın özgürlüğü bunda etkili. Ancak Türkiye’deki yazma manyaklığına bakarken başlı başına uzun tartışmaların konusu olan bu faktörü gözden çıkaramayız.

Netice olarak öyle veya böyle “okumak” ve “yazmak” eylemleri iletişim imkanını ortadan kaldırma noktasına gelmiş durumda. Burda twitterı veyahut şurda burdaki kıytırık yayınları okumayı “okumak” eylemine dahil etmeyerek işin içinden çıkmak kolaycılık olacaktır. Zira bunu yapabilmek için önce gerçekten böyle bir değer algısını toplumda belli bir derecede yerleştirebilmiş olmak gerekiyor. Zaten esas üzerinde düşünülmesi gereken de bu. Ama böyle bir çabaya girişmeden, bugün okumanın ve yazmanın belki de kaliteli edebiyattan ve araştırma kitaplarından daha da önce twitterı kapsadığı acı gerçeğini reddedemeyiz. En cahil insanın bile karşısındakini tarih okumamakla, siyaset okumamakla suçladığı bir ortamda okumak ya da okumamak bütün mesele değil. Mesele neyi, nasıl ve ne amaçla okuduğun.

 

Yorum bırakın